“Tevhidi Sosyal Düşünce”

Eğitimde Çocuk İstismarı ve İhmali

Bazı ülkelerde çocuk sağlığı ve gelişimi açısından olumlu gelişmeler kaydedilmiş ve dikkati çeken çabalar sarf edilmişse de günümüzde dünyada pek çok çocuğun halen çeşitli istismar ve ihmal biçimleriyle karşılaştığı görülmektedir. Hala çocuklar beslenme, bakım veya gözetim yetersizliğinden yaşamlarını yitirmekte, sakat ya da cılız kalabilmektedir. Bazıları yaşamları boyu doğru dürüst bir eğitim görememektedir. Bazı çocuklar, ana-babaları ya da bazı toplumsal kurumlar tarafından yapılan kötü muameleler sonucu, duygusal ve fiziksel açıdan örselenmektedir. Çocukların bazıları yetişkinlerin cinsel saldırılarına hedef olurken, bazıları da küçük yaşta ağır ve uygunsuz işlerde çalıştırılmakta, hatta bir mal gibi alınıp satılabilmektedir.

Bir çocuğa karşı yapılan hangi davranışların çocuk istismarı ve ihmali olarak algılanacağını, toplumun değerleri, inançları, benimsedikleri toplumsal normlar, çocuk gelişimi ile ilgili bilgileri ve aile ilişkileri belirlemektedir. Bundan dolayı çocuk istismarı ve ihmalinin tanımını evrensel bir biçimde belirlemek olanaksızdır.

Çocuk istismarı ve ihmalini bir boyutu olan şiddet olgusu, sosyal bilimcilerin yıllardır ilgisini çeken ve çeşitli araştırmalara kaynaklık eden bir konudur. Son yıllarda bu konunun bir boyutu olan aile içi şiddet olayları, ülkemizde de gerek kadın örgütleri ve gerekse kitle iletişim araçları ile kamuoyunun da dikkatine sunulmaktadır. Aile içi şiddetin önemli bir öğesi de çocuklara yöneltilen şiddet davranışlarıdır.

Çocukların, toplumun geleceğini ve gelişimini belirleyici önemli bir kaynak oluşturdukları kabul edilen bir gerçektir. Bu nedenle hem bireylerin hem de toplumların, korumasız, güçsüz, kendi haklarını savunamayan bir çocuğun, ondan sorumlu bireyler veya kurumlar tarafından ihmal ve istismarının kabul edilmesi ve hatta düşünülmesi oldukça güçtür.

Çocukların erişkinler tarafından kötüye kullanılmaları dini, coğrafi, etnik ve ekonomik sınırlar tanımayan evrensel bir olgudur. İnsanlık tarihine, geriye doğru bakıldığında, farklı kültürlerde, farklı çağlarda çocuğun bir mal gibi algılanıp çeşitli biçimlerde kötüye kullanıldığı görülür. Bu çerçevede çocukların doğar doğmaz babaları tarafından öldürülmeleri, köle olarak satılmaları , tanrılara adak olarak verilmeleri ve boğaz tokluğuna çalıştırılmaları gibi örnekler mevcuttur. Roma’da babalara çocuklarını öldürme, satma ve terk etme gibi haklar kanunlarla tanınırken , Çin, Hindistan, Meksika ve Peru gibi ülkelerde bebeklerin nehirlere atılmaları sık uygulanan törenlerdendir. M.S. 2. yüzyılda Efes kentinde yaşamış bir doktor, jinekoloji adlı kitabında, sakat veya erken doğan bebeklerin öldürülmesini önermiştir  (Kozcu, 1991).

Veriler, sorunun gerek ebeveyn otoritesi, yasalar ve gerekse dini kurallar çerçevesinde çağlar boyu süregeldiğini göstermektedir. Bu tür uygulamalara karşı çocukların korunmaları gerektiği düşüncesi ancak 19. yüzyılın sonlarında ciddi ve önemli bir sosyal sorun olarak ele alınmaya başlanmıştır. Bu dönemde İngiltere ve A.B.D.’de çocukları istismardan, kötü muameleden koruyan yasal düzenlemeler yapılmış, örgütler kurulmuştur. Konuya bilim çevrelerinin dikkati ise ilk kez Amerikalı çocuk doktoru C.Henry Kempe tarafından çekilmiştir. Kempe’nin (1962) “örselenmiş çocuk sendromu” adlı makalesi konuya verilen önem ve ilgiyi daha da artırmıştır. Önceleri yalnızca tıp çevrelerinin dikkatini çeken bu konu günümüzde, özellikle batılı ülkelerde, hukukçular, eğitimciler, psikologlar ve sosyal hizmet uzmanları gibi farklı disiplinlerce yoğun bir biçimde incelenen ciddi boyutlu bir sorun olarak kabul edilmektedir. Çocuğun bedence ve ruhça ezilip örselendiği,  sakatlandığı ve temel haklarının çiğnendiği bu durumları tanımlamak için İngilizce’de “ Cihld abuse” (Almanca’da ise; Kinder Ausbeutung, Vernachlässingen, missbrauch) terimi kullanılmaktadır. Çocuk sömürüsü, kırımı,  kıyımı,  ezimi ve suistimali olarak dilimize çevrilebilen bu kavram için daha geniş kapsam olduğu düşüncesiyle çocuk istismarı terimi kullanılmaktadır ( Kozcu,1991).

Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) 1985'te yaptığı tanıma göre çocuk istismarı; çocuğun sağlığını, fizik ve psikososyal gelişimini olumsuz yönde etkileyen;  bir yetişkinin,  toplumun veya ülkenin bilerek ya da bilmeyerek yaptığı davranışlarıdır. (Zeytinoğlu, 1998).       

Kozcu’ya (1991) göre; çocuk istismarı teriminin tanımında çeşitli problemler ortaya çıkmaktadır. Tanım karmaşası, toplumsal ve kültürel değerlerden kaynaklandığı gibi konunun disiplinler arası özelliği nedenine de bağlanmaktadır. Örneğin bir hukukçu çocuk istismarını tanımlarken, istismar edenin niyetine dikkat çekerken, bir sağlık personeli istismarın sonuçlarına ağırlık vermektedir. Kültürel farklılıklar açısından da istismarı tanımlamak güçleşmektedir. Farklı kültürlerde, o kültürün çocuğa verdiği değerlerden ve yaygın olarak kabul gören ve uygulanan disiplin yöntemlerinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle, istismarı evrensel bir biçimde tanımlamak olanaksız gibidir. Örneğin, bir batılının Türkiye’deki bazı geleneksel çocuk yetiştirme yöntemlerini ( kundaklama, sünnet, dayak, kupa çekme) çocuk istismarı olarak algılaması mümkündür. Gelişmiş ve batılı ülkelerle, yoksul ve gelişmekte olan ülkelerdeki çocuk istismarı ve ihmalinin farklı nitelikler göstermesi doğaldır. Yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde çocukların daha çok yetersiz beslenme ve eksik sağlık bakımı gibi genel kültürel ihmale maruz kalmaları daha olası görülmekte, varlıklı ülkelerde ise zayıflayan aile bağları ve anne ile çocuğun izole yaşaması gibi durumların cinsel sömürü, yaygın uyuşturucu kullanımı ve şiddetli fiziksel istismar türlerini artırıcı nitelikte olduğu belirtilmektedir.

 

Çocuk İstismarı ve İhmalini Tanımlama Yaklaşımları:

Parke ve Collmer (1975) çocuk istismarı ve özellikle de fiziksel istismarı üç türde tanımlamışlardır.

  • †Birinci yaklaşıma göre; “istismar”, meydana gelen sonuçlar açısından ele alınmaktadır. Özellikle fiziksel istismarın açıklanmasında kullanılan bu yaklaşımın avantajı, yaralanma düzeyinin niceliksel ve nesnel bir biçimde ortaya konulabilmesi ve yaralayan kişinin amaç ve güdülerine başvurma gereğinin azalmasıdır.
  • †İkinci yaklaşım kapsamında ise; “niyet” kavramı ele alınmıştır. Ancak, çocuğu istismar ve ihmal edenin niyeti gözlenebilir bir davranış olmadığından bu yaklaşımın işlerlik kazanması güç görülmektedir.
  • †Üçüncü yaklaşımda ise; çocuk istismarı konusunda bir karar vermek için istismarı değerlendiren kişinin, içinde yaşadığı kültüre bağımlı olarak bazı kararlar verdiği düşünülür, kısaca bir davranış, belli bir durumda, belli bir çocukta ve belli bir toplumsal sınıfta istismar olarak tanımlanabilirken; farklı bir durum ve toplumsal sınıfta istismar olarak değerlendirilmeyebilir. Buna göre” çocuk istismarı” tanımı, tanımlamayı yapacak olan kişinin içinde bulunduğu sosyal sınıf ve kültürel yapıdan etkilenmekte ve ona göre şekillenmektedir.

Dökmen’e (1995) göre, çocuk istismarı ve ihmali en geniş kapsamıyla; çocukla bakıcısı arasında, çocuğun fiziksel veya gelişimsel durumuna yansıyan ve bir kaza sonucunda ortaya çıkmayan etkileşim veya etkileşim eksikliği olarak tanımlanabilir. Bu tanıma göre çocukla ona bakan kişi arasında ortaya çıkan ve çocuğun gelişim sürecini olumsuz yönde etkileyen etkileşimlere istismar, etkileşim eksikliklerine ise ihmal denilmektedir.

Başka bir tanıma göre, en genel anlamda çocuk istismarı ve ihmali, 18 yaşın altındaki çocuğun, ondan sorumlu kişi ya da kurumlar tarafından, gelişimini her yönden zedeleyici biçimde fiziksel, cinsel ve mental zarar görmesi olarak tanımlanmaktadır (Mouzaakitis ve Verghese,1985).

Amerika Birleşik Devletlerinde her yıl 18 yaşın altındaki çocuk nüfusunun %2-3’ünün kötü davranışın herhangi bir şekline maruz kaldığı bildirilmektedir. Her yıl yaklaşık 2000 çocuk bu nedenle hayatını kaybetmektedir. Kurbanların %80’i 5 yaşın altında, %40’ı 1 yaşın altındadır. Vakaların %75’inde fail; anne-baba, bakıcı ya da ailenin bir tanıdığıdır (Bilir, 1991).

Türkiye'de bu konuda birçok araştırma yapılmıştır, ancak yine de her zaman tanısı konulamadığından ya da bu tür sorunla karşılaşan çocukların kolayca başvuracağı bir merkez henüz bulunmadığından, tüm Türkiye'deki gerçek rakam belli değildir. Yapılan araştırmalar, çocukların %13.9 ile %87'sinin fiziksel istismara maruz kaldığını göstermektedir. Ancak son yıllarda kötü muameleye uğradığı için hastanelere ya da polise başvuran çocukların sayısında ciddi bir artış vardır. Sadece Şişli Etfal Hastanesine bu nedenle yapılan başvuruların sayısı, 1995 yılından 2003 yılına kadar, 200'ü geçmiştir ve bunlar arasında fiziksel örselemenin oranı yıllar içinde giderek artış göstermektedir (Baskın, 1998).

Aral’a (2001) göre, çocuk ihmal ve istismarı, ailenin yaşam stresiyle ilgili olup ailedeki ekonomik ve sosyal stresler, ihmal ve istismara yol açabilir. Çocuğun ihmal ve istismar edilmesine neden olan faktörleri iç ve dış stres faktörleri olarak gruplamak mümkündür. Dış stres faktörleri; bazı ekonomik, sosyal, çevresel ve kültürel özellikler ailede sıkıntı yaratarak çocuğun ihmal ve istismarına yol açabilir. Ekonomik yetersizlik aile için en önemli stres kaynaklarından biri olup yoksulluk, işsizlik, borçlanma şeklinde kendini gösterebilir. Aynı zamanda iyi beslenememe, yetersiz ev koşulları, sağlıksızlık gibi sorunları da beraberinde getirebilir. İç stres faktörleri ise anne-babanın kişilik yapısı, çocuğun özellikleri ve çevreye bağlı olarak çocuktan gereğinden fazla istekte bulunulması şeklinde gruplandırılabilir.

Ayrıca anne-baba yoksunluğu ayrı bir iç stres faktörü olarak ele alınabilir. Ölüm, boşanma veya ayrı bir yerde çalışma nedeniyle parçalanmış aileler, çocuk istismarında önemli bir risk grubunu oluşturmaktadır. Anne-baba tarafından ihmal ve istismar edilme, anne-baba arasındaki şiddete tanık olma, parçalanmış aileden gelme veya çeşitli aile sorunlarının çocukta yarattığı duygular çocuğun yaşam biçimini ve ilişkilerini önemli ölçüde etkileyerek çocuğun bunları öğrenerek taklit etmesine, dolayısıyla istismarcı bir kişilik kazanmasına neden olabilir (Aral, 2001).

Çocuk İstismarı ve İhmalinin Türleri

Çocuk istismarı, ihmali ve bunların türlerini birbirlerinden kesin bir biçimde ayırmak oldukça zordur. Uygulamada çoğu zaman bir çocuğun birden fazla türde istismar ve ihmale maruz kaldığı, aile içinde çeşitli kötü muamele türlerinin bir arada bulunduğu görülmektedir. Örneğin; fiziksel istismara maruz kalan çocukların duygusal yönden de zedelendiği ve yine bir çok yönden ihmal edildiği gözlenmektedir (Kozcu,1991).

İstismar gözlenebilen aktif bir eylemdir ve çocuktan sorumlu olan kişi ya da kurum tarafından gerçekleştirilebilir. İhmal ise, genellikle çocuğa karşı en temel yükümlülüklerin yerine getirilmemesidir. İhmal ve istismarı birbirinden ayıran en temel öğe, istismarın aktif ihmalin ise pasif olmasıdır.

Açık ve kaba sömürü olarak nitelendirilebilen istismar, fiziksel, duygusal ve cinsel olmak üzere 3 boyutta ele alınmaktadır.

1- Fiziksel İstismar:

Uzmanların ilk dikkatini çeken istismar türü fiziksel istismar olmuştur. Nesnel sonuçları açısından kolay belirlenebilen fiziksel istismarın özellikle tıp çevrelerinde incelenmeye başlanması çocuk doktoru Kempe ve arkadaşlarının (1962) yayınlarıyla hız kazanmıştır. İlk çalışmalarda çocuk istismarı fiziksel istismar göz önüne alınarak tanımlanmış, hatta cinsel istismar da fiziksel istismar kapsamında değerlendirilmiştir. Bu nedenle batılı ülkelerde istismar konusunda elde edilen istatistiklerde, toplumda en yaygın olarak fiziksel istismara rastlandığı saptanmıştır ( Siefert, 1985).

Fiziksel istismar kavramı, kaza sonucu olmayan ve çocukta fiziksel bir hasara, yaralanmaya ve hatta ölüme neden olabilen tüm erişkin davranışlarını kapsamaktadır (Kozcu,1991).

Tercan’a (1995) göre, fiziksel çocuk istismarı, ana-baba veya çocuğa bakan kişinin, çocuk ile etkileşiminde, çocuğun canını yakma, sakatlama ve zarar verme amacıyla kısıtlı olarak fiziksel güç kullanılmasıdır.

Çocuk ihmal ve istismarı kapsamlı bir olgu olmasına karşın çocuğa yönelik istismar kapsamında fiziksel istismar ön plana çıkmaktadır. Aral (1997) yaptığı çalışmada çocukların % 65.72’sinin anne ya da babası tarafından fiziksel istismara uğradıklarını belirlemiştir.

Tokatlama, çimdikleme, ısırma, itme, tekmeleme, boğazına sarılma, eline geçirdiği cisimle saldırma, kemik kırma, evden kovma, terk ve ölüm fiziksel istismar kapsamında yer almaktadır (Tercan, 1995).

Fiziksel istismarın büyük bir bölümü, bebeklerde ve okul öncesi çağı çocuklarda görülmektedir. Fiziksel istismara uğrayan çocukların yaklaşık üçte ikisi 3 yaşından küçük çocuklardır. Evden kaçan ergenlerin geçmişlerine bakıldığında, evden kaçmayı başarana kadar defalarca fiziksel istismara maruz kaldıkları görülmektedir ( Bilir, 1991).

Fiziksel istismarın taranması ve belirlenmesi diğer istismar türlerine göre daha kolay olmaktadır. Fiziksel istismarın türlerini belirlemek aşağıda sıralanan durumlardan biri ya da bir kaçı ile mümkün olmaktadır. Bunlar;

  • Yanıklar, kırıklar, çıkıklar, kesikler, çürükler, şişlikler, eksik ve koparılmış saç, sigara yanığı, ısırık izi.
  • Yaraların tedavi edilmemesi veya geç tedavi edilmesi.
  • Yaralanma biçiminin mantıklı biçimde açıklanamaması.
  • Nedeni belli olmayan ölümler ( Kozcu,1991 ).
  • Zehirlenmeler.
  • Kemik ve eklem hasarları.
  • Beyin ve göz hasarları
  • Gelişme geriliği ( Bilir,1991).  

Bunun yanı sıra, çocuk ölümlerine neden olan farklı fiziksel istismar türleri üzerinde de durulmaktadır. Hamilelik sırasında annenin aşırı alkol ve uyuşturucu kullanması, çocukların kasti olarak öldürülmeleri, yakılmaları ve zehirlenmeleri gibi olaylar ve ayrıca, para kazanmaları amacıyla beden ve ruh sağlıklarına zarar verecek, gelişimlerini engelleyecek işlerde çalıştırılan çocuklar da fiziksel istismar içinde incelenmektedir ( Kozcu,1991).

Fiziksel cezanın sürüp gitmesinde toplum içerisinde oluşmuş bazı ortak inançlar vardır. Bunlar;

  • cezanın,  karakter gelişiminde olumlu rol oynadığına inanılması,
  • cezanın çocuğa saygılı davranmayı öğreteceği kanısı,
  • bazı çocukların yalnızca cezadan anlayacağı görüşü ve
  • ceza uygulanmadığında davranış sorunlarında bir artma olacağı korkusu’dur (Öner,1996).

2- Duygusal İstismar:

Çocukta yarattığı izler açısından görülüp ölçülebilmesi oldukça zor olan duygusal istismar Dökmen (1995) tarafından şu şekilde tanımlanmıştır; “Bir yetişkinin kendisine ait ekonomik, sosyal veya psikolojik ihtiyaçlarını gidermesi için bir çocuğu araç olarak kullanması ve bu durumun çocuğun zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimini olumsuz yönde etkilemesidir”.

Duygusal istismarın literatürdeki tanımı; çocuğun duygusal, sosyal ve kişilik gelişimini engelleyici tüm davranışlarını, içermektedir. Bu durumlara, hem aile içinde bireysel boyutta                  ( aşağılanma, eleştirilme, reddedilme, korkutulma, tehdit edilme gibi ) hem de toplumsal ve kültürel boyutta rastlamak mümkündür. Doğrudan ve şiddetli duygusal istismarın, çocuktaki bir çok davranış problemleri ve öğrenme güçlükleriyle ( yalancılık, hırsızlık, düşük benlik kavramı, aşırı bağımlılık, başarısızlık, depresyon, saldırganlık gibi ) yakından ilişkili olduğu görülmektedir. Günümüzde özellikle de psikologlar arasında, duygusal istismarın, çocuk istismarı konusunun en önemli türünü teşkil ettiği kabul edilmektedir. Bu görüş bazı varsayımlarla desteklenmektedir. Bunlar; a) duygusal istismar diğer çocuk istismar türlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. b) Çocuk istismarının en önemli olumsuz etkileri, kişinin benlik kavramını, insanlar arası ilişkilerini ve yaşam boyu amaçlarını etkileyen psikolojik türdendir (Kozcu 1991).

Duygusal istismar, sözel olmayan ancak çok ağır olan cezalar ya da tehditler içerir. Duygusal ihmalde ise yeterli duygusal destek sağlamamak, ilgi ve sevgi göstermemek ve çocuğun şiddetle karşı karşıya kalmasına izin vermek yer alır (Gökler ve Taner 2004).

Duygusal istismar, cinsel ve fiziksel istismarla karşılaştırıldığında, toplumlarda daha yaygın, daha zararlı ve ortaya çıkarılması daha güç bir istismar türüdür. Duygusal istismar bütün istismar türlerine neden olan bir faktördür. Dolayısıyla duygusal istismarın önlenmesi, diğer türlerin önlenmesinde de etkilidir. Duygusal istismar, ölümle sonuçlanan bir davranış olmamasına rağmen, çocuk üzerinde sanıldığından daha derin izler bırakabilmektedir. Bu izler, çocuğun ruhsal yönünü harap etme, normal kişilik gelişiminin oluşmaması, başarı yeteneğinin azalması, kişilerle ilişkilerde bozukluklar şeklinde görülebilmektedir (Karaman,1993).

Duygusal istismarın incelenmesi özellikle 1990’lı yıllardan sonra güncellik kazanmıştır. Konunun araştırılmasına ağırlık veren psikologlar, genelde duygusal istismar türlerinin, toplumlarda ailenin, çocuk yetiştirme yöntemlerinin bir boyutu olarak algılanmasından kaynaklanan zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Ailede bir disiplin aracı olarak uygulanan çocuğun aşağılanması, eleştirilmesi tehdit edilmesi ve korkutulması ne ölçüde duygusal istismar davranışı olarak kabul edilebilir ?

3- Cinsel İstismar:

Çocuğun cinsel istismarı, fiziksel ve duygusal istismar türleri gibi bir süreç olduğu kabul edilmektedir. Bu süreç, sıklığı ve karmaşıklığı açısından farklılıklar gösterir. “Erişkinin cinsel çıkarları doğrultusunda çocuğun kullanılması” olarak tanımlanabilen, çocuk ve erişkin arasındaki bu ilişki türü çağlar boyu süregelmiştir. Bu ilişki türü kamuoyunun ilgi, kaygı ve korku gibi suçluluk duygularına neden olmaktadır.

Çocukların cinsel amaçlarla kullanılması, çocuk fahişeliği, pornografi ve seks turizmi kaygı verici boyutlarda artmakta ve giderek günümüz dünyasına yayılmaktadır. Dünyada milyonlarca  çocuk ve gencin her şekildeki cinsel istismar kurbanı olduğu ve bunların arasında 5 yaşından küçük çocukların dahi bulunduğu bildirilmektedir. Birleşmiş Milletler Uluslar arası Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) tarafından, dünyada iki milyon çocuğun ya fahişe olarak çalıştırıldığı ya da porno filmlere malzeme edildiği saptanmıştır (Topçu, 1997).

Topçu (1997) ya göre; cinsel istismar, sadece çocuğun bir kimse tarafından cinsel maksatlarla kullanılması olarak da görülmemelidir. Böyle bir ilişkinin teşvik edilmesi, buna izin verilmesi veya ilişkiye duyarsız kalınması ya da bundan bir çıkar sağlanması da bir istismardır ve bunu yapan ister tek bir birey, ister bir toplum olsun istismarcı olarak nitelendirilmelidir. Çünkü, cinsel istismara göz yummak, eyleme katılmakla aynı anlama gelir ve bir toplumun ya da topluluğun, akrabaların ve çocuktan sorumlu diğer kimselerin önemli bir görevi de çocukları gelebilecek bu gibi tehlikelerden ve zararlardan korumaktır.

Çocukların fahişe olarak kullanılması da bir istismar türüdür ve bunun çeşitli biçimlerde birçok ülkede yapıldığına tanık olunmaktadır. Ana-babalar, akrabalar veya çocuğun eline düştüğü başka kimseler, çocukları bu amaçla satabilirler veya çalıştırabilirler.

Burgess ve Holmstrom (1975), cinsel istismarın nedenlerini incelemiş, konuyu aile içi ve aile dışı cinsel istismar olmak üzere iki boyutta ele almışlardır. Batıda yapılan araştırmalarda aile dışındaki cinsel istismar olaylarının büyük bir çoğunluğunun ( % 80 ) çocuğun önceden tanıdığı bir kişi tarafından gerçekleştirildiği saptanmıştır.

Aile içi cinsel istismar ya da çocukla kan bağı olan kişilerin, çocukla cinsel ilişkide bulunması ( ensest ), genelde toplumsal olarak kabul edilmeyen ve duygusal olarak da en yoğun yaşanan  cinsel istismar türü olarak kabul edilir. Psikolojik yapısı gereği ensest, aile içinde saklanan bir sır olduğundan, belirlenmesi ve ortaya çıkarılması zor bir olgudur. Buna karşın araştırmalarda sıklıkla ele alınan ve incelenen, baba ile kız çocuk arasında meydana gelen ensest türüdür ( Kozcu,1991).

Çocukların cinsel istismarına, cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, bulunulan bölge ve yaşa bakılmaksızın, zannedildiğinden sık rastlanılmaktadır. Her yaş düzeyindeki çocuklar cinsel istismarla karşılaşabileceği gibi, araştırmalar daha çok 4-9 yaş arasındaki çocukların buna maruz kaldığını göstermektedir (Tercan, 1995 ).

Cinsel İstismarı Tedavi Edici Müdahaleler

Bir çok kimsenin yaşamında istismar ortaya çıkmadan kalır ve bu kimseler çocukluktan itibaren istismar anılarını bastırmayı, inkar etmeyi ve hiç kimseye söylememeyi tercih ederler. Courtois’in (1993), yaptığı bir araştırmada, vakaların % 40’ının cinsel istismarı zihinlerinde taşımalarına karşın, bunu hiç kimseye söylemedikleri; % 5’inin ise sadece aile doktoruna açtıkları bulunmuştur ( Akt., Topçu,1997).

Hangi nedene dayanırsa dayansın, bastırılan, inkar edilen veya bilincin derinliklerinde unutulmaya terk edilen cinsel istismar anıları tıpkı içten içe faaliyette bulunan bir volkan gibi, kişinin bedensel, ruhsal ve sosyal gelişim ve yaşamını olumsuz biçimde etkilemeye devam eder. Bireyin yaşamında geçmiş bir istismar öyküsünün ortaya çıkarılması kişi için zor, stresli, tehlikeli ve hatta hayatı tehdit edici bir süreç olduğu gibi, bazı kimselerde tümüyle rahatlatıcı etki de yapabilir (Topçu,1997).

Psikolojik Tedaviler

Psikolojik tedavilerin, istismar sonrası bozukluklar hakkında bilgili ve bu konuda eğitim görmüş uzmanlarca yapılması ve bu kişilerin, mağdurlarla ilişkilerinde aşırı yetkeci, tepkisiz veya katı bir biçimde davranmamaları gerekir. Bir terapi ortamında istismarla ilgili olarak yöneltilen sorular herhangi bir utangaçlık veya çekinme göstermeksizin doğrudan sorulmalı fakat bu kişiler durumlarını açıklarken denetimin kendi ellerinde olduğu duygusuna sahip olmalıdırlar.

Çocuk istismarının terapisinde izlenecek en temel ilke, özellikle istismar kurbanına inanmaktır. Diğer bir ilke ise kabul etmedir. Çocuğun, kendisini suçlamayan, yargılamayan, önyargılı ve tiksinti ile bakmayan birisiyle konuşması çok önemlidir. Uğradıkları  mağduriyetin kalıcı olmadığına ikna edilmeli ve kendilerine saygın, değerli ve sevgiye layık oldukları duygusunu geliştirmeleri için yardım edilmelidir (Browne,1990).

Grup psikoterapisi: Kökeninde çocuk cinsel istismarı  bulunan psikolojik sorunların tedavisinde grup tedavisi önerilmektedir. Bu tedaviden, çocukların sağlıklı sosyalleşmelerini sağlamak, zedelenmiş benlik saygısını onarmak, istismarın dinamiklerini anlamak için ve aynı zamanda çocuğun eğitimi ve korunması amacına yönelik bir süreç olarak yararlanılmaktadır (Demir, 2001).

Grup tedavisi, içgörü yönelimli, yapılanmış veya yoğun olabilir. Grupta , istismarı inkar etmekten çok konuşma, aileyi suçlamaktan çok durumu değerlendirme, inkar etmeye karşı grup üyelerinin iş birliğini istemekten çok onlardan, dayanışma ve destekleyici tutumlar bekleme amaçlanan hedeflerdir. Grubun serbest ortamı ve esnek yapısı gençler için çekicidir.

Diğer psikolojik tedaviler: Cinsel istismar kurbanlarında, kaygı bozukluklarına karşı, davranışsal psikoterapi yöntemleri de uygulanabilir. Kaygıyı denetim altına almada; 1) Kafein, nikotin ve beyaz şeker gibi uyarıcıları azaltmanın, 2) Düzenli ve sık aerobik veya benzeri egzersizler yapmanın, 3) Derin nefes alma ve olumlu imgeleme ile gevşeme egzersizleri yapmanın, 4) Strese karşı aşılama yaşantılarının yararlı olduğu kabul edilmektedir. Strese karşı aşılama yaşantısı; istismar kurbanının, örneğin, istismarcı ile karşılaşmak gibi korkularını yenmek için aşama aşama uygulanan bir tür duyarsızlaştırma yöntemidir (Kozcu,1991).

 

Çocuk İstismarı ve İhmalinin Nedenleri

İstismar ve ihmalin nedenleri arasında, bireylerin veya kurumların, sosyo-ekonomik  düzeyleri ile bireysel özellikleri saymak mümkündür.

Sosyo-ekonomik nedenler

Her toplumda ana-baba çocuk ilişki biçimi ve standardı, kültürel ve toplumsal değerlerden etkilendiği gibi, ana-babanın yaşı, eğitimi, sosyo ekonomik statüsü, etnik grubu ve sosyal sınıfından da etkilenmektedir. Ayrıca ana-babasının kişilik özellikleri, psikolojik sorunları ve çocukluğunda istismar ve ihmal davranışlarıyla karşılaşma durumları da bu ilişkide etkili olmaktadır. Çocuk istismarı ve ihmali toplumun yalnızca bir bölümüne özgü olmamakla birlikte, daha çok alt (Sosyo-ekonomik düzey) SED’ deki ailelerde yoğunlaşmaktadır ( Browne, 1990).

Sosyo-ekonomik düzeylere göre, ana-babaların çocuklarına uyguladıkları disiplin yöntemleri değişmektedir. Alt SED’deki aileler daha çok fiziksel ceza, azarlama, alay etme, bağırma, haklarından yoksun bırakma gibi cezalar kullanmaktadır. Oysa orta ve üst SED’deki  aileler daha çok suçlama ve hayal kırıklığı gösterme gibi psikolojik disiplin yöntemlerini kullanmaktadırlar ( Aral, 1991).

Alt SED ‘de çocuğa yönelik şiddetin  daha fazla görülmesinin bir nedeni, bu düzeydeki ailelerde meydana gelen olayların çoğunun polise yansıması olabilir. Orta ve üst SED’deki ailelerde olay pek dışarıya yansıtılmamakta ve sorun aile içinde, bazen de uzmanların desteğiyle çözülmeye çalışılmaktadır. Alt SED’deki çocuğa yönelik şiddetin yaygın olarak görülmesinin diğer bir nedeni de  ekonomik yetersizliğin ve işsizliğin getirdiği olumsuz yaşam koşullarının, ana-baba üzerinde baskı yaratıcı unsurlar oluşturması ve yaşamın güçlüklerinin bu düzeyde daha fazla ortaya çıkmasıdır ( Arıkan, 1988).

Çocuk istismarı ve ihmalinin artmasının ve önlenmesine yönelik yeterli düzenlemelerin yapılmıyor olmasının nedenlerine bakıldığında, yoksulluk ve göçün artması olgularındaki gibi devletlerin gelişme politikalarının da belirleyici olduğu görülmektedir. Politikaların yetersiz kalması, büyük ölçekli üretime, yabancı yatırımlara ve çok uluslu şirketlerin faaliyetlerine odaklanılması, böylece yoksulluğun azaltılması ve refaha yönelik politikaların arka planda kalmasının önemli etkisi vardır. Tarımın büyük şirketler tarafından yapılmaya başlanması, her şeyin makineler tarafından yapılması böylece köylünün işsiz kalması ve ekonomik olarak hayatta kalmak için, seçeneklerin azalması, beraberinde ciddi sorunları getirmektedir. Böylece yoksulluk artarken bir yandan da sürekli tüketim teşvik edilmektedir. Cinsel sömürünün artıyor olmasında maddiyatçılık ve tüketime yönelik tutumların pekiştirilmenin de payı görülmektedir (Yücel, 2004).

Yücel’e (2004) göre, çocuğa yönelik istismar ve ihmalin artması bağlamında özellikle İstanbul'da göç ve kentleşmenin etkisinden sıklıkla bahsedilmektedir. İstanbul'a yoğun göçle birlikte, göç eden ailelerin geçimini sağlayabilecek (hayatta kalmalarını sağlayacak) şekilde istihdama katılması oldukça zordur, aileler de çocuklarını çalışmak durumunda bırakmaktadır. Yeni kentliler artık daha fazla tüketicidir ve çocuklar da çalışmaya başlamıştır.Ve çalışan çocuklar da pek çok riskle karşı karşıyadır.

BİREYSEL ÖZELLİKLER

İSTİSMAR VE İHMALE NEDEN OLAN  BİREYSEL ÖZELLİKLERİ, ANA-BABA VE ÇOCGUN ÖZELLİKLERİ OLARAK İKİ GRUPDA TOPLAMAK MÜMKÜNDÜR. BUNLAR;

A- İstismar ve ihmale yol açan ana-baba özellikleri
  1. Ana-babanın eğitim düzeyinin düşük olması,
  2. Çocuk gelişimine ve yetiştirmeye ilişkin bilgilerin yetersiz olması,
  3. Ailedeki çocuk sayısının fazla olması,
  4. Ana-babaların yaşlarının küçük olması,
  5. Çocuklukta istismar ve ihmale maruz kalmaları,
  6. Kısıtlı bir sosyal çevre,
  7. Aile içerisindeki etkileşimsel ilişkiler; aile bireyleri arasındaki güvensiz ya da kaygı verici ilişkiler, ailede stres etmenlerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
  8. Evlilikle ilgili problemler,
  9. Çocuklardan gerçek dışı beklentiler,
  10. Ana-babanın saldırgan oluşu, alkol, uyuşturucu veya ilaç bağımlısı olması,
  11. Ana-babaların sorumluluk ve adalet duygularının yeterince gelişmemiş olması,
  12. Ana-babaların olgunlaşmamış bir kişiliğe sahip olmaları olarak sayılabilir.

           

B-  İstismar ve ihmal edilen çocukların özellikleri
  1. Çocuğun fiziksel veya zihinsel engelli olması,
  2. Çocuğun istenmedik bir zamanda doğması veya gayrimeşru olması,
  3. Çocukların doğum sırası, (ilk çocuklar genelde şanssız)
  4. Çocukların yaşları( Tercan, 1995) dır.

 

Çocuk İstismarını Açıklamaya Yönelik Kuramlar

Çocuk istismarını ve ihmalini açıklamaya yönelik kuramlardan, burada, psikiyatrik, sosyolojik ve sosyal- durumsal  modeller üzerinde durulacaktır.

Psikiyatrik Model

Spinetta ve Ringler (1972) çocuk istismarı ve ihmalinden sorumlu olan kişilerin genellikle ana-babalar olduğunu saptadıklarından, psikiyatrik modelde, istismar nedenlerini ortaya koymak amacıyla ebeveyn özelliklerinin incelenmesine ağırlık vermişlerdir. İstismarı açıklamaya yönelik ilk kuramlardan biri olan bu yaklaşımda, önceleri istismar eden ana-babaların “hasta “ yada “anormal” olduğu varsayımı ima edilerek ana-babalar şizofren, manikdepresif ve psikotik gibi geleneksel psikiyatrik sınıflamalara sokulmak istenmiştir. Ancak daha çok klinik gözlem ve incelemelere dayanan bu tür araştırmaların bir değerlendirmesi yapıldığında, istismar eden ebeveynlerin yalnızca % 10’unun ruh hastası olarak tanımlanabileceği görülmüştür (Akt., Kozcu,1991).

Daha sonraları psikiyatrik kuram çerçevesinde, istismar eden ve etmeyen anne-babaları farklılaştıran kişilik özellikleri üzerinde durulmuştur. Çocuk istismar ile ilgili olduğu düşünülen bazı kişilik özellikleri arasında narsistik eğilimler, zayıf tepki kontrolü, kompulsivite, düşük benlik kavramı ( self-esteem ), aşırı kaygı, depresyon ve empati kuramama gibi nitelikler dikkati çekmiştir. Kişilik özelliklerini inceleyen bu tür araştırma sonuçlarından genellemeler yapmanın güç olduğu yaygın bir kanıdır. Zira bu araştırmalarda birçok metodolojik kısıtlılıklar söz konusudur. Örneğin, bu araştırmaların çoğu, kliniklere başvuran çok az sayıda denek üzerinde gerçekleştirilmiş ve genelde kontrol grubuyla karşılaştırılmamıştır (Zeytinoğlu, 1988).

Sosyolojik Model

Sosyolojik modelde, psikiyatrik modelin aksine toplumsal değerler, örgütler, kültür ve aile kurumu, istismara yol açan nedenler arasında incelenmiştir. Çocuk istismar ve ihmalini açıklayabilmek için, toplum felsefesinin değer yargılarının, şiddete ilişkin kültürel tutumların, aile yapısı ve organizasyonunun ve sosyo-ekonomik konumun incelenmesi gerekmektedir.

Kültürlerarası çatışmalarda, aile içinde yaşanan şiddet, kültürel şiddet düzeyinden büyük ölçüde etkilenmektedir. Gerek kitle iletişim araçlarındaki gerekse insanlar arası ilişkilerde onaylanan şiddet oranı, çocuk yetiştirme yöntemlerine ve özellikle fiziksel cezanın kullanılma sıklığı ve şiddetine yansımaktadır ( Siefert, 1985).

Sosyolojik modelin bir başka varsayımı ise, stres ve engellenmenin çocuk istismarına yol açtığı şeklindedir. Modelde stres kaynakları, işsizlik, kötü konut koşulları ve düşük gelir düzeyi gibi alt sosyo-ekonomik sınıfa özgü bazı özellikler incelenmiştir. Bu ekole paralel bir başka grup araştırmacı ise, ailedeki çocuk sayısı ve çocuğun yaş sırası ile istismar arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Çok çocuklu ailelerde istismara rastlanmış, ancak istismar edilen çocukla kardeşler arasındaki sıra ile bir ilişki bulunamamıştır (Mouzaakitis ve Verghese,1985).

 

Sosyal-Durumsal Model

Çocuk istismarına katkıda bulunan sosyal-durumsal faktörler çeşitli boyutlarda incelenmiştir. Öncelikle çocuğun yetiştirilme ortamı, onun erişkinliğinde istismar etmeye ne kadar yatkın olacağını belirler.  Bu yetiştirilme ortamında çocuğun aşırı fiziksel cezaya maruz kalması, sosyal öğrenme kuramı doğrultusunda onun her türlü insanlararası ilişkilerinde saldırgan davranış kalıplarını model almasına ve öğrenmesine neden olur ki, bu da, onun çocuk istismarına daha yatkın bir birey olarak yetişmesine yol açar ( Mouzaakitis ve Verghese,1985).

Bu modele göre bir başka istismarı arttırıcı çocuk yetiştirme ortamı ise tutarsız disiplin yöntemleridir. Evde yapılan gözlemlerde, istismar eden ailelerin, etmeyenlere oranla disiplin yöntemi olarak sözel ve fiziksel saldırgan davranışları daha çok kullandıkları görülmüştür.

Bu yaklaşımlar değerlendirildiğinde, psikiyatrik modelde ebeveynin, sosyolojik modelde çevrenin istismarı tek yönlü nedensellik içinde etkilediği varsayılmaktadır. Oysa sosyal-durumsal yaklaşımın en önemli katkısı, istismarı bir etkileşim süreci olarak ortaya koyması ve dolayısıyla ebeveyn, durum ve çevre kadar çocuğun da söz konusu eyleme katkıda bulunan bir öğe olduğunun vurgulanmasıdır. Günümüzde araştırmacılar, istismar ve ihmale katkıda bulunduğu düşünülen üç önemli faktörün ( Çocuk, ebeveyn ve durum ) toplumsal ve kültürel çerçevede ele alınması görüşünde birleşmektedirler.

Eğitimde Çocuk İstismarı

İstismar, toplumun birçok kesiminde görüldüğü gibi eğitim kurumlarında da  karşımıza çıkmaktadır. Eğitimde, istismar türlerinden karşımıza en çok, fiziksel istismarın çıktığını ya da daha çok fiziksel istismarın araştırıldığını görmekteyiz. Dayak, eğitim sistemimizin yasal çerçevesine aykırı, ancak yaygın olarak uygulanan bir yaptırım ve disiplin aracıdır denilebilir. Eğitim politikamızın üst düzeydeki sorumlularının dayağa karşı, genelge yayınlama gereksinimlerinden, basına ve literatüre yansıyan örneklerden, özyaşam öykülerinden, öğretmen ve öğrencilerin anlattıklarından da okullarda dayağın sürüp gittiği görülmektedir. Son zamanlarda, özellikle 2005-2006 ders yılının ikinci döneminde, okullarda şiddet olaylarının arttığını hepimiz görmekteyiz. Gerek öğrencinin öğrenciye, gerekse öğretmenlerin öğrencilere fiziksel şiddet davranışları, yazılı ve görsel medya organlarına konu olmaktadır.

Tan’ın (1994), bu konudaki araştırmalarında, birçok kültürde, acı vermek kastıyla fiziksel ceza uygulamalarının güç, dayanıklılık ve uyum sağlamak açısından yararlı görüldüğü; çocuğun içgüdüsel ya da kendine zarar verebilecek davranışlara doğuştan eğilimi bulunduğu, antisosyal davranışların fiziksel cezaya yada tehdidine başvurmadan denetlenemeyeceği görüşünün hayli yaygın olduğu belirtiliyor. Ayrıca bu açıdan gençlerin, bazen  kendinden yaşlılardan çok farklı düşünmediği de ortaya çıkıyor. A.B.D.’de ana-babaların çoğu bedensel ceza uyguladığı gibi, bedensel cezadan yana olan ana-babaların oranının son yıllarda değişme göstermediği görülüyor. Araştırmalar genellikle öğretmenlerin de bedensel cezadan yana olduklarını, ayrıca bu tutumlarında süreklilik bulunduğunu gösteriyor. Dayağın çözümlediğinden fazla, sorun yaratıcı bir uygulama olduğu yıllardan beri mesleki ve bilimsel yayınlarda ve medya iletilerinde de izlenmektedir.

Kültürümüzde dayak dinsel, kırsal, geleneksel ögelerle pekiştirilen ve yaygın olarak kabullenilen bir yaşam pratiğidir. Bu yüzden de “dayak yiyen kişinin bunu hakettiği” gibi açıklamalara her kesimden insanın başvurduğu görülüyor. Öğrencilerle yapılan görüşmelerde de dayağın, disiplin kuruluna göndermek, not kırmak, veliye bildirmek gibi cezalara tercih edilebildiği; “şikayete değmez” bulunduğu izleniyor. Bu nedenle eğitimde dayak konusu geniş toplumsal-kültürel çerçevede ele alındığında kimi olumsuz sonuçlarının hafiflediğini düşünmek mümkündür. Türk toplumunda otoriteye saygının bir toplumsal norm olduğunu vurgulayan kimi yazarlar ana-baba ve öğretmenin otorite sağlamakla kullandığı baskı yöntemlerinin yetişkin ve çocuklar tarafından benimsenegeldiğini, kişilik bozukluklarının da örneğin, Amerikan toplumundakinden farklı bir takım süreçler içerdiğini belirtiyorlar. Yörükoğlu’na göre de “geleneksel ailelerimizde ana-babalar dayağı serbestçe kullanır ve bundan suçluluk duymazlar. Bu öylesine yaygındır ki, çocuklar bunu yaramazlık ve kötü davranışın bedeli olarak kabullenirler ( Tan,1994).

Çocuklar kreşler, yuvalar, bakım evleri ve okullar gibi eğitim kurumlarında şiddete uğrayabilirler. Bu şiddet diğer yerlerdekilerine benzer olarak duygusal, fiziksel ya da cinsel istismar biçiminde olabilir. Duygusal istismarın sıklığı konusunda kesin veri bulunmamaktadır, fiziksel ya da cinsel istismarda olduğu gibi nesnel bulguların olmayışı tanıyı güçleştirmektedir.

Fiziksel istismar okullarda cezalandırma yöntemi olarak sıklıkla kullanılmaktadır. Fiziksel istismar tanımın içine dayağa ek olarak, sarsma, çimdikleme, kulak çekme, iğne batırma, rahatsızlık verecek pozisyonda uzun süre durmaya zorlama, ceza olarak aşırı egzersiz yaptırma vb. davranışlar da girmektedir. Fiziksel istismara erkek çocuklar daha fazla maruz kalmaktadırlar. Erkek öğretmenlerin de fiziksel cezalandırmaya daha sık başvurduğu görülmektedir. Bu, geleneksel kültürde babanın evdeki otoriter tutumunun okula taşınması olarak yorumlanabilir ( Beyazova ve Şahin,2001).

Toplumdaki yaygın kanının aksine araştırmalar eğitimde fiziksel cezanın başarılı olmadığını; övgü, ödüllendirme gibi olumlu güdülemelerin daha etkili olduğunu göstermektedir. Fiziksel ceza öğrencinin okuldan korkmasına, özgüvenini yitirmesine neden olurken, davranışı daha kötüleştirmekte, saldırgan ve yıkıcı tutumları artırmaksa, sınıf düzenini bozma, eşyalara zarar verme, öğretmenlere karşılık verme, yalan söyleme gibi olumsuz davranışları artırmaktadır. İstenmeyen davranışı değiştirme konusunda fiziksel cezanın etkisi geçicidir. Bir süre sonra yinelenen olumsuz davranışta sonuç alabilmek için giderek cezanın şiddetinin artırılması gerekir (Beyazova ve Şahin, 2001).

Türk toplumunda gençlerin tutumlarını inceleyen Kağıtçıbaşı, Türkiye’de otoriteye başeğme davranışının toplumsal normlardan kaynaklandığını belirtmektedir. “Otoriteye karşı itaat göstermek, geleneksel Türk ahlak ve terbiyesinin kurallarındandır, yani bir toplumasal normdur ve iyi yetişmiş olmanın göstergesidir. Otorite mevkiinde bulunanlar ( ana-baba, öğretmen, v.b.) çoğunlukla mevkilerinden dolayı otoritelerini haklı gösterebilecek durumdadırlar” ( Gözütok, 1993).

Otoriteye sorgulanmasız itaat eden birey yetiştirme yaklaşımları ve bunun uzantısı olan okullarda dayak uygulamaları, çağdaş eğitim amaçlarına ulaşmada önemli bir engeldir. “çocuğa kötü davranma Türkiye’de temel bir sorun olarak pek konuşulmaz. Bu durum, iki biçimde yorumlanabilir: 1. Türkiye’de çocuğa kötü davranma olarak nitelendirilebilecek bir sorun yoktur. 2. Türkiye’de bu konuda bir duyarlılık yoktur ve dolayısıyla sorunun varlığını veya yokluğunu gösterecek yeterli veri toplanmış değildir ( Cüceloğlu,1991).

Öner’e (1996) göre bedensel cezanın kullanımı birçok soruna yol açmaktadır. Bedensel cezaya başvuran kişi aslında onun neden olabileceği sorunların farkında değildir. Bunlardan en önemlisi, dayak atan cezalandırıcı bir öğretmenin çocuk tarafından uzak durulması, kaçılması gereken bir kişi olarak algılanmasıdır. Uzak durma ve kaçma değişik biçimlerde anlatım bulur; okuldan kaçma, diğer öğrencileri suçlama, kendini hasta hissetme, dikkatini toplayamama gibi. En kötüsü de öğrencinin kendisine acı veren bir ortamdan uzak kalabilmek için okulla ilişkisini kesmeye kalkışmasıdır. Bu da eğitimin amaçlarıyla çelişir. Öğretmenden, sınıftan ya da okuldan uzak olmayı yeğleyen bir öğrenci özgürce öğrenemez, zihinsel merakını karşılayamaz veya bilgi edinmenin keyfini alamaz. Eğitim ortamı onun için acı kaynağı olur.

Fiziksel istismar aynı zamanda psikolojik etmenleri de içerir, istismarın psikolojik etki ve doğurgularının genellikle daha çok üstü örtülüdür. Psikolojik değerlendirme yapılmadan belirlenmesi güçtür. Çocuğa verdiği potansiyel zarar örtüktür. Buna bağlı olarak fiziksel ve duygusal kötü muamelenin psikolojik doğurguları hemen ortaya çıkmayabilir. Bunun yerine etkileri çoğalma ve yığılma eğilimindedir. Bu ortaya çıkış belki de yetişkinlik dönemine kadar gündeme gelmeyebilir( Öner, 1996).

Öğrencilerin okulda fiziksel olarak cezalandırılması, yasa ve yönetmeliklerimizle de engellenmeye çalışılmaktadır. Öğrenciye fiziksel zarar veren öğretmenin maaş kesilme, uyarı gibi cezalar alabileceği 4357 sayılı yasanın, 6. maddesinin b bendinde , 1702 sayılı yasanın 20 ve 22. maddelerinde de açıkça belirtilmektedir. Aynı yasanın 27. maddesi gereğince öğrenciye cinsel tacizde bulunan öğretmen meslekten çıkarılma ile cezalandırılmaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Kurumları Ödül ve Disiplin Yönetmeliğinde de öğrencilerin bir başkasının iffet ve namusuna tecavüz etmeleri, kişilere eziyet etmeleri ve işkence yapmaları örgün eğitim dışına çıkmayı gerektiren davranışlardan biri olarak belirtilmektedir. Türk Ceza Kanunu’nun 414-417. maddeleri de çocukların namusuna saldırı olması durumundaki ağır hapis cezalarını tanımlamaktadır ( Beyazova ve Şahin, 2001).

Bütün bunlara karşın, yapılan çalışmalar çocuğa karşı şiddetin engellenmesinde yasa ve yönetmeliklerin yetmediğini, önemli olanın toplumun bu konudaki düşünce ve tutumları olduğunu göstermiştir. Ülkemizde okullarda uygulanan fiziksel cezanın boyutları kesin olarak bilinmemektedir. Yapılan az sayıda çalışmada okullardaki çocukların % 50-75’inin değişen derecelerde fiziksel cezaya uğradıkları gösterilmiştir ( Beyazova ve Şahin, 2001).

Çocuk istismarını önlemek gerçekten güç bir konudur. İstis­marı önleme çalışmalarını bireysel, toplumsal ve evren­sel koruma olarak üçe ayırmak mümkündür. Bireysel koruma, istismara uğrayan çocukların erken tanısı, uy­gun tedavisi ve izlemini içerir. İstismara uğrayanların etkin tedavisi, bu çocukların erişkin dönemlerinde istis­mar uygulama risklerini azaltacaktır. İstismar edenlerin ise yalnız cezalandırılmaları değil tedavi ve rehabilite edilmeleri de gerekir. Toplumsal koruma, riskli grupla­rın saptanmasına yönelik olmalıdır. Evsizlik, işsizlik, madde bağımlılığı, alkolizm, aile içi şiddet ve ailede psi­kiyatrik hastalık çocuk istismarına yol açan risk faktör­lerinin başlıcalarıdır. Sokakta yaşayan ve çalışan çocuk­lar sık olarak istismara uğrar. Hatta bunların önemli bir kısmı evde istismara uğradığı için sokakta yaşamayı ter­cih ediyor olabilir. O halde bu riskli grupları bilmek ve bu grupları öncelikli olarak ele almak gerekmektedir. Evrensel koruma ise dünyadaki tüm çocukları kapsama­ya yönelik olarak gerçekleştirilebilir. Bu koruma biçi­minde düzenli sağlık bakımı, annenin eğitimi, ev ziya­retleri, aile planlaması, yoksulluk ve işsizlik ile savaşım önem kazanır (Ayvaz ve Aksoy, 2004).

Konuyla İlgili Araştırmalar

Toplumumuzda, eğitimde dayakla ilgili tutumları ve bu tutumlardaki değişimleri araştıran çalışmaları oldukça az görebiliyoruz.

Tan’a (1994) göre bu konudaki araştırmaların azlığı değişik biçimlerde değerlendirilebilir. Bunlar;

  1. Eğitimde dayak önemli bir sorun değildir, ya da eğitimimizin dayağa gelinceye kadar, araştırılacak çok daha önemli sorunları vardır.
  2. Bu konuda ciddi bir duyarlılık söz konusu değildir; onun için de araştırılmasına gerek duyulmamış, yaygınlığı, sürekliliği hakkında somut veriler ortaya konmamıştır.
  3. Dayak mevzuata aykırıdır, dolayısıyla araştırılmasına da önemli engeller, alınacak bilgilerin geçerlik ve güvenirliği konusunda kuşkular bulunan bir konudur.

Tan’ın (1990) Ankara’daki dört  üniversitede bir tutum ölçeği ve anket yardımıyla gerçekleştirdiği araştırmasında öğretmen adaylarının eğitimde dayağa ciddi biçimde karşı olduklarını bulmuştur. Kızlar, bu uygulamaya erkeklerden fazla karşı çıkıyor, daha bağdaşık tutumlar sergiliyorlar ve bunu bir sorun olarak önemsiyorlar. Erkek ve kız öğretmen adaylarının tutumları arasındaki farkların, yaşantılarla ilgili olduğu görülmektedir.

Böyle bir araştırma tüm evreni temsil edemeyeceği gibi araştırmanın kapsadığı gruplarla, ölçümlerden kaynaklanan olası yanılsamalardan arındığı da söylenemez. Ancak tutumların üniversiteler arasında gösterdiği süreklilik, kız ve erkek öğretmen adaylarının tepkileri ve yaşantıları arasındaki ısrarlı ve anlamlı farklar, bulguların öğretmen adayları kitlesine özgü yönsemelerden çok da farklı olmadığını göstermektedir. Araştırmanın verileri, öğretmen adaylarının eğitimde dayak konusunda ciddi bir duyarlılığa sahip olduklarını göstermesi açısından geleceğe yönelik iyimser yorumlara destek veriyor. Ancak bu araştırma dayak konusundaki tutumlara odaklandığı için genelde dayağın karşısında olanların ilerde buna başvurmayacakları iddasını taşımamaktadır  (Tan, 1990).

Tan’a (1991) göre, dayağın ya da bedensel ceza (corporal punishment)’nın, birçok başka toplumun eğitim tarihinde de yaygın bir uygulama olduğu bilinmektedir. Örneğin, ABD’de geçmişte pek çok okulda bizdeki meydan dayağına benzer biçimde, çocukların bağlanarak sopayla dövüldükleri özel direkler bulunduğu bildiriliyor. 19.y.y’da bu direkler kalkmış ama sınıflarda öğrencinin göreceği bir yerde sopa ve cetvel bulundurma geleneği süregelmiştir.

Ülkemizde öğretmen dayağı konusu bilimsel araştırmalara az yansımıştır. Eğitimle ilgili süreli yayınlarda da konuya yönelik ilginin azlığı dikkat çekmektedir. Dolaylı olarak konuya değinen çalışmalar da sağlıklı bilgiler vermemektedir. “orta dereceli okullarda öğrencilerde görülen disiplinsiz davranışlar ve bunlara uygulanan yaptırımlar” hakkındaki bir Yüksek lisans tezinde, araştırmacı, öğretmenlere, “öğrencilerde gördükleri disiplinsiz davranışlara hangi yaptırımları uyguladıklarını” soruyor. Öğretmenlerin bu soruya verdikleri cevaplar arasında dayaktan hiç söz etmedikleri görülüyor (Tan, 1991). Bu da oldukça ilginç bir bulgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gözütok (1993) araştırmasında “ Öğretmenlerin Dayağa Karşı Tutumları ve Okullarda Dayak Uygulamaları” nı ele almıştır. Ankara’da bulunan alt, orta ve üst SED’de ilkokul, ortaokul ve lise kademelerinde olmak üzere 9 okulda bu uygulamayı yapmış, öğrencilere anket, görev yapan öğretmenlere ise  kişisel bilgi formu ve tutum ölçeği uygulamıştır. Kısaca elde ettiği sonuçlar; dayağın her kademede ve SED’ deki okullarda ciddi boyutta varlığını sürdürdüğünü, öğretmenlerin dayak tutum ölçeği ortalamaları ile dayak uygulamalarının çelişki içinde olduğunu göstermektedir.

Öner (1996), araştırmasında; farklı sosyo-ekonomik düzeydeki (alt, orta, üst), öğretim kurumlarında görevlerini sürdürmekte olan öğretmenlerin öğrencilerine karşı fiziksel istismar etme potansiyellerini incelemiştir. Bireyleri taramak ve belirlemek amacıyla “Çocuk İstismarı Potansiyeli Envanteri ” (ÇİPE)’ ni kullanmıştır. Bu araştırmada istismar potansiyeli puanları dikkat çekecek kadar yüksek bulunmuştur. Bu, eğitimde dayağın bir disiplin aracı olarak kullanılmakta olduğunun göstergesidir. İstismar ölçeği puanının yanı sıra, araştırma grubunda stres, katılık ve mutsuzluk alt ölçek puanları da yüksek bulunmuştur. Bu da istismar potansiyelinin stres, katılık ve mutsuzluk gibi bireysel özelliklerden kaynaklanmakta olduğunu göstermektedir. Öğretmenlik gibi özveri, hoşgörü, sevgi gerektiren bir mesleğin işlevleriyle bu özellikler bağdaşmamaktadır.

Demir (2001), eğitim tarihi konusunda yazılmış bilimsel eserlere, eski Türklere, özellikle de İslâm sonrası eğitim faaliyetlerine ve eğitimle ilgili eserlere bakıldığında, eğitim aracı olarak dayağa da yer verildiğini ya da Ömer Seyfettin gibi hikâye yazarlarımızın ya da başka edebiyat alanında hatıralarını yazan yazarların kitaplarında da çocukluk dönemlerinde okuldaki dayak konusundan bahsettiklerini ve eskilerin ne kadar katı eğitim anlayışına sahip olduklarının görüldüğünü söylemektedir. Bununla birlikte eğitim hayatımızda ve okullarda şahit olduklarımız ile gazete ve diğer medyaya yansıyan haberler hâlâ günümüzde dayağın bir araç olarak okullarda kullanıldığını gösterir.           Eğitimcilerimiz arasında dayağa karşı olanlar olduğu gibi, dayağa taraf olanların da sayısı oldukça fazladır denilebilir. Dayağa karşı olduğunu söylemekle birlikte zorunlu olarak dayak atanların sayısı da azımsanmayacak ölçüde, hatta konuyla ilgili olarak Danıştay’ın dahi terbiye amacıyla çocuğun dövülmesinin suç teşkil etmeyeceğine dair kararları olduğu da bir gerçektir. Dayağa taraftar olanların ya da dayak atmak zorunda kalanların dayandıkları sebepler öğrencinin yaramazlık yapması, kuralları çiğnemesi, söz dinlememesi, suç işlemesi, olumsuz davranışlarına tüm uyarılara rağmen devam etmesi, dersin, sınıfın, okulun huzurunu bozması, çevreyi rahatsız etmesi gibi sayıldığında uzun listeler oluşturabilecek çoklukta olduğu görülür. Bunların hepsini bir kaç ana başlıkta toplayabileceğimiz gibi uyum problemi yaşamak diye de tek başlıkta toplarsak hata etmiş sayılmayız. Uyum problemi olan bir öğrenciyle ilgili olayı duyanların ileri sürdüğü çözüm önerileri genelde çocukla konuşmak, dayak dışında başka cezalar vermek, yerini değiştirmek, psikolojik rehberlik yapmak, ailesiyle konuşmak gibi çözümler olabilmekte. Buna karşı dayağa taraftar olanlar çocukların sözden anlamadıklarını, başka cezaların caydırıcı olmadığı, ailenin ilgilenmediği gibi karşıt savlar ileri sürmektedirler. Gerçekten de çoğu zaman bu tür sorunlarla karşılaşılmakta ve sonuçta yine dayağa başvurulmaktadır (Demir, 2001).

 

Sonuç ve Öneriler

Uzmanlar, istismara maruz kalan kişilerle ilişkilerinde, sakin ve kabul edici bir tutum içinde, mağdur ve istismarcı  hakkında yargıda bulunmaktan titizlikle kaçınan, şaşkınlık, olumsuzluk veya inanmama davranışları göstermeksizin, cezalandırıcı veya suçlayıcı olmadan ve bu yolla istismar kurbanını tekrar mağdur eden davranışlarda bulunmadan görevlerini sürdürmeye özen göstermelidir.

Çocukları şiddetten korumanın ilk adımı şiddetin varlığını kabul etmektir.“Bizde böyle şeyler olmaz”, “Bu kadarcık dövme şiddet sayılmaz” gibi yaklaşımlar şiddeti inkâr etmektir. Ülkemizde fiziksel cezanın disiplin yöntemi olarak yaygın bir kullanımı olduğu bilinmekteyse de boyutları konusunda ayrıntılı çalışmalara gereksinim vardır.

Eğitimcilerin kabul ettiği gerçeklerden biri de eğitimin okul, aile ve çevre üçlüsünün iş birliği ile yürüyebileceğidir. Okulda yapılan formal eğitim aile ve çevre tarafından desteklenmediği sürece etkili olamamakta, sonuçta pek çok sorunlar ortaya çıkmaktadır. Dayak, bu iş birliğinin eksikliği sonucu ortaya çıkan önemli sorunlardan biridir.

Birey içinde doğup büyüdüğü ilk toplumsal kurum olan aile içinde uyumlu olma alışkanlığını elde etmediği ya da olumsuz davranışlarının karşılığında dayak yemeye alıştığı zaman, aile dışına çıktığında karşılaştığı farklı toplumsal kurumlarda da bu alışkanlıklarının etkisini taşıyacaktır. Bugün herkes Türk toplumunda aile içi şiddetin varlığını kabul etmektedir. Bu durumda aile içinde sosyal kurallara uyma alışkanlığı kazanmamış, aile içinde kurallara uymadığı zaman dayakla ceza görmüş bir çocuk elbette okula geldiğinde kurallara uymayacak ve karşılığında ancak dayak cezasıyla cezalandırılırsa uyma davranışı göstermeye meyilli olacaktır. Çünkü aile içinde, okul çağına gelinceye kadar kendisine hep bu tür alışkanlıklar kazandırılmış, böyle bir ortamda yetişmiştir.

Ancak şu da bir gerçektir ki dayak tıpkı uyuşturucuya benzer. Nasıl uyuşturucuya başlayan birisi her defasında daha fazla miktarda uyuşturucu alarak teskin olabiliyorsa, dayakta da her defasında öncekinden fazla olmalı ki karşıdaki üzerinde etkili olabilsin. Bunun da sonunun olmadığı ortadadır.

Eğitim sistemi ile öteki toplumsal kurumlar arasında sürekli bir karşılıklı ilişki vardır. Bu nedenle toplumsal şiddet varoldukça okula da yansıyacaktır. Ancak toplumsal şiddeti köreltmede okulun en elverişli kurumlardan biri olduğu gözardı edilmemelidir.

Öğretmenler, çocuk istismarı konusunda gerek mezuniyet öncesi gerek hizmet içi eğitimlerde bilgilendirilmeli, istismara uğramış çocukları farketme konusunda beceri kazandırılmalıdır. Öğretmen, çocuğu eğitirken asla fiziksel ceza uygulamayarak örnek olmalı, uygulayanları da hoşgörmemelidir. Toplumun çocuk istismarı konusunda duyarlılığını artırmak, öğrencilerinin anne babalarını ve diğer bireyleri eğitmek konusunda öğretmene önemli görevler düşmektedir. Okul aile birliği toplantıları ve veli görüşmelerinden bu amaçlar için yararlanılabilir.

Eğitim sistemimizde bedensel ceza uygulamasına son verilmesi, en azından bu konuda geliştirilmiş kuralların uygulanmaya konulması kısa ve uzun dönemde bazı koşulların gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Eğitim ve yöneticilik konumlarında görev alacak kişilerin mesleki yetiştirilmesinde yeterli bilgi, beceri ve duyarlılıkların kazandırılması oldukça önemlidir. Öğretmenin görev koşullarının (öğrenci sayısı, ders programları, araç-gereçler v.b.) öğrencilerin gereksinim ve ilgilerini daha yakından tanıyabilecek ve etkili iletişimi gerçekleştirebilecek biçimde iyileştirilmesi, sınıfta disiplinin sağlanmasını öncül sorun olmaktan çıkarabilecektir. Öğretmenlerin ana-babalarla daha yakın ilişkiler kurmaları davranışların dayağa başvurmadan çözümlenmesini etkileyebilir. Öğretmenlerin başa çıkamadıkları öğrenciyi yöneticilere havale etmek yerine ana-babalarla ya da uzman ve rehberlerle ortak çözüm aramaya çalışmaları yöneticilerin bedensel ceza uygulamalarını sınırlayabilir ( Tan, 1990).

Çağdaş eğitim, bedensel cezaya olumlu seçenekler üretmiş bulunmaktadır. Sınıf içi disiplinin sağlanmasında başarıyla uygulanan bu seçeneklerden biri davranış değiştirme- behavior modification- yöntemidir. Bu yöntem,  sorunlu davranışın dikkat ve ilgi konusu olmaktan çıkarılması ya da bedensel olmayan yaptırımlarla cezalandırılmasına karşılık istendik davranışların ödüllendirilmesine dayanır. Çağdaş disiplin teknikleri giderek daha çok öğrencinin öz-denetim becerilerini geliştirmeye yönelmektedir ( Tan, 1990).

Okulda ve evde disiplini sağlamak için fiziksel ceza dışında seçenekler bulunmaktadır. Bu seçenekleri uygulamanın çocukta olumlu davranışı geliştirmede daha başarılı olduğu kanıtlanmıştır. Çocukla yaşına uygun bir dille konuşarak, uygun bir iletişimin kurulması için öğretmen-öğrenci ilişkisinin sözel bir özellik taşıması, çocuğun bilişsel yeteneklerini geliştirecektir.

Bize, kabul edilemez gibi görünen bir durumun, çocuğun gözünde tamamen farklı olması mümkündür. Bu nedenle olaylara çocuğun gözüyle bakıp, empatik bir iletişimle, onu anlamaya  çalışılmalıdır. Çocuğa yaşına uygun, kabul edilebilir, kesin ve tutarlı sınırlar çizilerek ve belli kurallar koyularak, bunların aşılmasının istenmediğini uygun bir dille ifade etmek, anne-babanın istismar ve ihmale başvurmasını engelleyecektir.

Çocuğun, anne-babası, bakıcısı veya eğiticileri, çocuğun birden fazla istenmeyen davranışı varsa hepsini bir anda ele almayıp, davranışlarla birer birer ilgilenerek, bu davranışın, neden sorun yarattığını açıkça anlatarak, davranış değişikliğinde çocuğu bu tutumundan dolayı kutlaması, çocukla kurulacak en doğru iletişim ve etkileşim biçimi olacaktır.

Anne-babalar, çocuklarına ceza vermek için onları itmek, kakmak, tokatlamak, vurmak ya da dayak atmak gibi davranışları gösterdiklerinde, çocuklarına, onların da kendi sorunlarını iterek, kakarak, vurup, çarparak çözmenin uygun olacağı, ceza vermeleri gerektiğinde onların da benzer şekilde cezalar uygulayabilecekleri mesajını vermektedirler.

Çocuklar bazen de ev ortamında bedensel cezaya maruz kalmaktadırlar. Bunun bir de okulda pekiştirilmemesi gerekir. Okul bu olumsuz etkileşim biçiminin pekiştirileceği yer değil, olumluya çevrilebileceği bir ortam olmak zorundadır.

Yaşamak, sağlıklı büyümek ve gelişmek, eğitim olanaklarına sahip olmak gibi hakların yanısıra bu haklarını kullanırken huzurlu ve mutlu olmak, istismar ve ihmale maruz kalmamak da çocukların en doğal hakkıdır. Bu hakka sahip olmak için onların en büyük yardımcıları ise öğretmenleri ve anne-babaları olacaktır. 

Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi (Ankara) Yayınlanmış Makaledir

Yazarın Son Makaleleri

Sosyal Ağlarda Paylaş

Twitter Facebook Google+ E-mail

Kategoriler

Son Yazılar